Bu Dünyada Sadece 3 Kişinin Bildiği Filmler / 1.Sayı
Casablanca (1942) - Michael Curtiz
Herkese selam, umarım iyi bir gün geçiriyorsunuzdur. Film incelemesine geçmeden önce kısa bir şekilde kendimi tanıtmayı ve bu serinin amacını sizlerle paylaşmak isterim. Ben Bahadır 21 yaşındayım ve İstanbul Üniversitesi’nde İletişim Fakültesi bünyesinde Radyo, Televizyon ve Sinema eğitimime devam ediyorum. Bu serinin fikri ise benim film zevkim noktasında özellikle yaşıtlarımla yaşadığım bir sorun dahilinde ortaya çıktı. Ne zaman bir film bayıldığımı ifade edip bunu birileriyle paylaşma isteğiyle taşıp dolsam çevremde o filmi izlemiş bir başka kişiyi bulmakta çoğu zaman zorluk çektim. Bu da bir yerden sonra benim beğendiğim filmleri “Bu dünyada sadece yönetmeni, kurgucusu ve ben olmak üzerine sadece üç kişinin bildiği filmler.” olarak adlandırmama sebep oldu.
Yalan söylemeyeceğim bu tip filmler üzerine sohbet etmek için arkadaşlarıma zorla baskılar kurduğum zamanlarda oldu fakat zorla güzellik olmazmış ki olmadı. İşte bu noktada zamanının çoğunu “ugurfilm.com" ve torrentten indirdiği filmleri izlemekle geçiren birisi olarak bu seriyi başlatmaya karar verdim.
Bu seriye başlamaktaki bir diğer motivasyonum ise yaklaşık iki senedir devam ettiğim podcast serim olan “Manyetik Konuşmalar” ismindeki podcast serimde arkadaşımla beraber yaptığımız film bölümleri de bu fikre ilham kaynağı olan noktalardan birisi (Aynı isimle Youtube, Spotify, Apple Podcast ve daha bir çok mecrada bizi bulabilirsiniz.).
Bütün bu serinin amacı da kişisel zevkimde beğendiğim ve gölgede kaldığını, daha fazla kişinin bu deneyimi yaşamasını istediğim filmlerden bahsetmek. Nihayetinde bu seriye başlarken size söylemek istediğim son bir şey daha var ki bu filmleri sinefil geçinen birisi olarak değil, izlediği filmler hayatında yer edinen birisi olarak inceleyeceğim.
İlk bölümümüzde ise “Manyetik Konuşmalar” da konuşmak içinde ilk film olarak seçtiğimiz “Casablanca” filmi olacak.
Sinema tarihine az biraz hakim olan herkesin bildiği, en azından duyduğu bir film olan Casablanca, Michael Curtiz tarafından 1942 yılında çekiliyor. İlk başta tiyatro oyunu olarak yazılıyor fakat perdede hiçbir zaman oynatılma fırsatı bulmuyor. Filmin ana konularından birisi olan faşist Nazi imparatorluğuna karşı inandığımız değerler üzerine başkaldırmak ve direniş de bu filmin en büyük anlatılarından birisi ki bu anlatı kendisi de Avusturya-Macaristan imparatorluğunda doğmuş ve Amerika’ya göçmek zorunda kalmış olan Michael Curtiz için önemli bir konu.
Casablanca’ya gelince bu film “mixed genre” olarak adlandırılan janrının en önemli filmlerinden birisi. Öyle ki aşk, siyaset, tarih, belgesel ne ararsanız içinde barındıran bir film. Bu sebeple olacak ki bu filmi izleyen birisinin kendisi için uygun anlamı çıkaramaması neredeyse imkansız. Her yaştan, her düşünceden insanın deneyimlemesi gereken bir başyapıt.
Bu filmi ilk kez 2023’ün Aralık ayında deneyimledim ve benim için ilk deneyimim de Casablanca izleyen herkesin ilk bakışta gördüğü, büyük aşk anlatısı etrafında şekillendi. İlk izleyişimde filmin diğer yanlarını sezinlesem de o aşk anlatısına kendimi kaptırıp gitmek istedim. Fakat burada anlatılan aşk anlatısı emin olabilirsiniz ki daha önce görmediğiniz kadar çelişki içeren ve her şeye rağmen aşk anlatısını olumlu yönden alaşağı eden filmlerden birisi.
Film ismini Fas’ın Casablanca şehrinden alıyor. O dönemde Casablanca, İkinci Dünya Savaşı’nın etkileriyle göçe zorlanan Avrupalılar için bir çıkış kapısı, yeni bir hayatın başlangıcı olma potansiyeline sahip, her coğrafyadan insanı barındıran, her ideolojinin birazda olsa barındığı bir şehir olarak bizi karşılıyor. Şayet aşılması zor yolları aşıp Casablanca’ya varabilirseniz ve şayet Casablanca’dan çıkış imkanı bulabilirseniz, Lizbon üzerinden bir aktarma ile Amerika’ya göç etme imkanına sahipsiniz demektir. Film de umudu ve umutsuzluğu, neşeyi ve kederi, iyiyi ve kötüyü, aşkı ve nefreti içerisinde barındıran Casablanca şehrinde geçiyor.
“İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşmasıyla tutsak Avrupa’daki gözler, umutla veya umutsuzlukla Amerika kıtasındaki özgürlüklere çevrilmişti. Lizbon, Amerika’ya gitmek için bir hareket noktası haline geldi. Ama Lizbon’a ulaşmak o kadar kolay değildi. Göçmen kafileleri zorluklar içinde, dolambaçlı yollardan ilerliyorlardı. Paris’ten Marsilya’ya, Akdeniz’den Oran’a, oradan da trenle, arabayla ya da yaya olarak Fas’ın Casablanca şehrine… Burada talihli olanlar, para, ısrar ya da şansları sayesinde çıkış izni alıp, Lizbon’a koşuyorlardı. Ve Lizbon’dan da ver elini Yeni Dünya… Kalanlar ise, Casablanca’da bekliyorlardı…”
Filme ise Özgür Fransa’nın lideri olan General Charles de Gaulle imzalı transit geçiş mektuplarını taşıyan iki Alman kuryenin öldürüldüğü ve mektupların çalındığını öğrenerek giriş yapıyoruz. Casablanca’da bulunun bir dolandırıcının da söylediği gibi “Burası akbaba dolu.” ve bu Akbaba dolu şehirde insanlar; o zamanlar ikiye ayrılmış, Vichy hükümetinin Fransa’sının baskısı ve tahakkümü altında.
Bütün bu kalabalığın içerisinde ise ile Casablanca’da herkesin saygısını kazanmış, karizmatik, bütün imkanlara sahip, tarafsız ve soğuk gözüken Rick Blaine ile tanışıyoruz. Rick, Casablanca’nın en büyük mekanı olan Rick's Cafe Americain’in sahibi olarak karşımıza çıkıyor. Rick’i tanımaya başladığımız andan itibaren bize gösterilen bütün doneler sürekli olarak onun geçmişinde bir şeyler yaşadığı ve yaşadığı şeylerden dolayı Casablanca’ya göç ettiğini fısıldıyor.
Daha sonrasında Laszlo’nun Casablanca’ya geleceği dedikoduları yayılmaya başlıyor. Burada Victor Laszlo’dan bahsetmek gerekir ki kendisi Nazi iktidarına karşı savaşan bir Çek direniş lideri. Bu dedikodular yayılmaya başladığında Vichy hükümetinin Casablanca’daki gölgesi olan Yüzbaşı Renault, Rick ile konuşma ihtiyacı hissediyor. Bu ihtiyacın ise temel sebebi Rick’in geçmişinde Habeşistan'da direnişçiler için silah taşıması, İspanya İç Savaşında sadıkların tarafında savaşması ve mekanında Rick yapmasa bile kaçak vize satışına izin vermesi. Rick ise tüm bunları para almak için yaptığını söyleyerek soğuk tarafını bir kez daha izleyiciye hissettiriyor.
Filmin ilerleyen sahnelerinde ise bir diğer başrolümüz olan Ilsa ve onun eşi olan Victor Laszlo filmin başında çalınan transit mektuplarını almak için Casablanca’da bulunan Rick’in kafesine geliyorlar. Fakat Laszlo’ya bu mektupları ileticek olan Peter Lorre tarafından canlandırılan Ugarte’nin, mektubu Rick’e emanet ettiğini ve daha sonrasında naziler tarafından yakalanıp ölüme gönderildiğini görüyoruz. Bu noktadan sonra ise Laszlo’nun, Rick’ten mektupları almanın bir yolunu bulması gerekiyor. Fakat işler onun için bu noktadan sonra hiç de kolay olmuyor çünkü kaldığı her gün Yüzbaşı Renault ile nazilerin baskılarına maruz kalıyor. Bu baskılar sadece onu değil eşi Ilsa ve Rick’i de etkliyor.
Bu sırada Ilsa kafeye girdiği ilk anda mekanda piyano çalan, Rick’in personeli ve yakın bir arkadaşı olan Sam’i tanıyor. Ona Rick’in nerede olduğunu soruyor ve izleyici olarak Rick ve Ilsa arasında geçmişte bir şeyler yaşandığını anlıyoruz. Daha sonra Ilsa, Sam’den “As Time Goes By” parçasını çalmasını istiyor. Burada bu parçaya ayrı parentez de açmak gerekir. Casablanca’yı unutulmaz kılan en önemli şeylerden birisi de Max Steiner’ın bestelediği, bu filmin anlatısında ve motifinde çok büyük bir yer edinen bu parçadır.
It’s still the same old story
A fight for love and glory
A case of do or die
The world will always welcome lovers
As time goes by
Filmin ilerleyen kısımlarında Rick ve Ilsa’nın geçmişine ait sahneleri, nasıl bir ilişkileri olduğunu ve Ilsa’nın Rick’i terk edişini görüyoruz. Bu noktada yönetmen filmin çoğunda izleyiciye Rick karakteri ile empati kurduruyor. Fakat işlerin aslında çok büyük çıkmazlar sonucunda buraya geldiğini. Laszlo, Ilsa ve Rick üçlüsü arasında aslında sonradan dahil olan kişinin Rick olduğunu görüyoruz. Laszlo karakterini de tanıdıkça ona karşı duyduğumuz sempati de artmaya başlıyor. Zira Laszlo kurtuluş için büyük bir figür, bir dava adamı ve eşini çok seven, anlayışla yaklaşan birisi olarak karşımıza çıkıyor. İşte tüm bunlar filmde anlatılanın basit bir aşk hikayesi olmadığını gözler önüne seriyor. Şayet hayatta da aşkta da hiçbir şey düşünüldüğü gibi basit gerçeklerden oluşmuyor.
İşte tam burada bu filmi belki de en iyi şekilde özetleyen bir alıntıya yer vermekte fayda olacağını düşünüyorum.
“Dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir”
Nikos Kazancakis, Zorba
Filmdeki bu yarım kalmışlıklar dünyayı öyle bir yere getirmiştir ki savaş yüzünden milyonlar ölmüş bir o kadar insan da açlık ve sefillik çekmiştir. Dünya belki de en kötü günlerini geçirmektedir. Herkes ölümün sıcak nefesini ensesinde hissetmekte bu histen kaçabilmek uğruna da insanlıktan uzaklaşan bir konumda kendisini bulmuştur. Öte yandan bir yarım kalmışlık daha vardır ki o da Rick ve Ilsa arasında yaşanan ve Paris’te kalan yarım kalmış aşktır. Filmi hangi yarım kalmışlığın ağır basacağını son ana kadar bilmeden izleriz. Öyle ki son sahneye kadar Rick’in elindeki transit mektuplarını Laszlo’yu kandırıp Ilsa ile Amerika’ya kaçacağını düşünürüz. Daha sonra planının bu olmadığını Laszlo’yu Amerika’ya tek başına gönderip Ilsa ile Casablanca’da yeniden bir hayata başlayacağını düşünürüz ama son ana kadar hiçbir şey belli değildir.
Rick bütün süreç boyunca bir şeyi fark etmiştir. Ilsa ile olan aşkında ihanete uğramış değildir, aksine aşık olduğu kadın olan Ilsa kocası Laszlo’nun öldüğünü düşündüğü zamanda hayatına Rick girmiştir. Daha sonra akıl almaz bir şekilde de olsa Laszlo’nun ölmediğini, Rick ile Casablanca’ya gideceği gün öğrenmiş ve bir karar vermesi gerekmişti. Vermişti de, çok şanslıydı ki ona aşık olan iki isimde idealist, onu delilercesine seven isimlerdi. Laszlo’ya gelince, o bütün bu olan biteni zaten sezinlemiş eşinin durumunu anlayışla karşılamış ve geçmişinde de hayatı pahasına da olsa Ilsa’yı yalnız bırakmamıştı.
Rick bu durumda bir karar vermeliydi, aşkı mı yoksa dünyanın geri kalanının bütün bu zulümden kurtulması ihtimali mi? Her şey böyle olsa çok acımasız olabilirdi. Fakat aslında Rick bir ikilemde değildi aç gözlü insanların döneminde Rick elinde olan şeyin farkındalığında birisi olarak kararını verdi. Ilsa, Laszlo’ya eşlik etmeliydi. Peki bu sonuç yarım kalmışlığı devam ettirmiyor muydu? Ilsa’da öyle hissetmiş olacak ki Rick’e şunu sorma ihtiyacında hissediyor.
-Ya biz?
-Paris hep bizim olacak. Olmamıştı. Sen Casablanca’ya gelmeden önce kaybetmiştik. Dün akşam, o anları yine kazandık. Gözün aydın olsun güzelim.
Paris hep bizim olacak…
Sağlıcakla kalın, sonraki yazılarda görüşmek üzere.
cok profesyonel bir yazı yazmıs oldugunu düsünüyorum. yazım dilin olsun, kullandıgın film görüntüleri olsun her seyiyle hayran bırakan bir yazıydı. Lizbon ve Marsilya kelimelerini gördügümde La Casa De Papel geldi aklıma direkt. ayrıca serinin cıkıs noktasını da cok tatlı buldum, podcaste ve diger sosyal medya hesaplarına da bakacagım mutlaka. bir dizi/film bagımlısı olarak bu seriye devam etmeni cok isterim. filmi de en kısa zamanda izleyecegim. kendimde yazdıgımdan iyi biliyorum ne kadar emek istedigini bu tarz inceleme yazılarının, daha fazla kisiye ulasması icin paylasacagım. line, emegine saglık 🌸✨